6 Temmuz 2008 Pazar

Sicko film afişindeki ironiler




Sicko filminde afişte gazete okuyan adamın elindeki gazeteye dikkat edin.



"İnsanoğlu Ay'a ayak bastı" diyor. Yani bu gazetenin tarihi gazete haberine göre ya 20 ya da 21 Temmuz 1969 olmalı. Çok iyi bir ironiye sahip burada.

Diğer iskeletin elindeki kitaba bir bakın.



Kitabın ilk basım yılı 1970. İskeletin elindeki kitap ilk basım. Bizdeki ismi Yengeç Dönencesi. Mutlaka alıp okuyun derim.

İnanılmaz derecede dahice bir afiş. Kısacası bu adamlar o tarihten beridir hastanenin bekleme salonunda bekliyorlar. Ortada duran Moore halen sağlam. (Buradaki farklı bir ironi ise Moore'un sağlık sistemine inanmamasında yatıyor olabilir).




ÖNEMLİ NOT;
Bu inceleme yazısı 4 Kasım 2007 tarihinde, saat 01:32:34 PM'de, www.divxplanet.com sinema ve altyazı sitesinin forum sayfasında yayınlanmıştır. Tüm hakları yazı sahibine aittir, yazarının izni olmaksızın hiçbir amaçla çoğaltılamaz, kopya edilemez, manyetik ortamlara aktarılamaz ve yayınlanamaz. Yukarıda yazılan fiillerin yazarının izni dışında gerçekleştirilmesi durumunda bu eylemi gerçekleştiren fail 5846 sayılı Fikir ve Sanat Eserleri Kanunu'na aykırı hareket ettiğini ve bu iş bu kanunun getirmiş olduğu cezaları kabul eder.


Berdel (1990)





Güneydoğu'da geçen bu hikayeye göre;

Hanım (Türkan Şoray), bir Anadolu kadını (ki bu kadınlar Atıf Yılmaz'ın kamerasında da bir kadın hikayesidir her zaman) olarak hayatını evine ve eşine adamasına rağmen evde tek bir varlığın eksiği sürekli hissedilmektedir; Bir erkek çocuk. Çünkü 5 kız çocuk doğu'da bir evde büyük sorundur. Soyu devam etmeyeceği için üzülen evin erkeği Ömer (Tarık Akan), annesinin acıları içine yer etmiş olan 15 yaşındaki kızı Beyaz (Mine Çayıroğlu) hikayenin temelini oluşturur. Oğlu olmayınca Ömer'in geleneklere göre tek çaresi kalmıştır; eve bir kuma getirmek. Ancak kuma getirmek için ödeyeceği başlık parasını ödemeye de imkanı yoktur. Bunun için yörede doğal olan yola başvurur; [i]BERDEL[/i]. Yani kendisi eve yeni bir kadın getirecektir kuma olarak ve karşılığında da kuma getirdiği yeni karısının babasına berdel olarak (berdel takas, değişim anlamına geliyor) kızı Beyaz'ı verecektir (bu çağdışı yöntem günümüzde halen uygulanmaktadır). Ömer, eve bir kadın getirir; Fatma (Füsun Demirel) karşılığında da kızı Beyaz'ı getirdiği kadının hasta ve yaşlı babasına verir. Fatma son umuttur. Odasında doğuracağı oğlanın sünnetlik elbisesi bile asılıdır. Beyaz'ın ve annesinin ise yapacağı bir şey yoktur. Töre karşısında boyunları kıldan incedir. Beyaz, bir sevdiği olduğu halde onu bırakıp istemeye istemeye gelin gider yaşlı ve hasta bir adama. (Beyaz, bir yılanla arkadaş olmuştur, yılandan onu ısırıp öldürmesini bile ister intihar etmek için ama yılan onu ısırmaz). Sonunda Fatma'nın da çocuğu olur fakat bir sorun vardır; yeni doğan çocuk da kızdır. Ömer'in bütün hayalleri yıkılır. Hanım kocasını mutlu etmek için ne yapıp edip bir erkek çocuk doğurmak istemektedir ama yaşı geçmiştir, yeni bir doğum onun için çok risklidir. Sonunda karar verir ve hamile kalır tüm riskleri göze alıp. Ama korkulan gerçekleşmiştir. Ve filmin sonu da ayrı bir hüsrandır. Çünkü yeni doğum, Hanım'ın hayatının da sonudur. Hanım sonunda bir oğlan doğurur Ömer'ine. Fakat bir müjde bir kara haberi de peşinde getirmiştir. Beyaz, doğumdan sonra babasına bağırır;

- Bir oğlun oldu baba, bir oğlun oldu, bir oğlun...

Ömer karısının bulunduğu odadan içeri girer, karısı doğum değil ölüm yatağındadır artık. Ve kocasına son sözlerini söyler;

- Canımı oğluna berdel etmişim.



Berdel 1990 yılında yapılmış bir Atıf Yılmaz'ın filmi. Filmde bir kültürel olgu eleştirilmiş, anlamsız bir geleneğin ailelerin nasıl paramparça ettiği gösterilmeye çalışılmıştır. Atıf Yılmaz yine bir kadının acısına yoğunlaşmış onunla topluma mesajını suskunca anlatmaya çalışmıştır. Toplumun bir kesimi neden olduğunu bilmeden bir davranış kalıbına inanmaktadır veya bazı olgulara. Bu gelenek halini almıştır, kimse engel olamaz buna. Çünkü töre her şeyden üstündür. Oysa insan hayatıdır üstün olan, bilinmeyen belki de tek gerçek budur. Sorun buna kimin yürekten inandığıdır.

Atıf Yılmaz'ı burada yine saygıyla anıyorum. Toprağın bol olsun üstad.





Berdel filminin konusu, Diyarbakırlı yazar Esma Ocak'ın aynı adlı kitabından uyarlanmıştır.





BERDEL - TEKİN YAYINEVİ
Yazar: ESMA OCAK
Türü: ÖYKÜ
Basım Yılı: 1982
130 sayfa.

Berdel filmi defalarca izlenecek bir filmdir.

ÖNEMLİ NOT;
Bu inceleme yazısı 24 Temmuz 2006 tarihinde, saat 06:25:17 PM'de www.divxplanet.com sinema ve altyazı sitesinin forum sayfasında yayınlanmıştır. Tüm hakları yazı sahibine aittir, yazarının izni olmaksızın hiçbir amaçla çoğaltılamaz, kopya edilemez, manyetik ortamlara aktarılamaz ve yayınlanamaz. Yukarıda yazılan fiillerin yazarının izni dışında gerçekleştirilmesi durumunda bu eylemi gerçekleştiren fail 5846 sayılı Fikir ve Sanat Eserleri Kanunu'na aykırı hareket ettiğini ve bu iş bu kanunun getirmiş olduğu cezaları kabul eder.

Bilge Olgaç, bir kadın yönetmenimiz...




Bilge Olgaç...

Bugün artık aramızda olmayan ve sinemamıza en çok film kazandıran ilk kadın yönetmenimiz.

Türkiye'nin hem ilk hem de en çok film çeken kadın yönetmeniydi o ve onu 2 Mart 1994'de, 54 yaşındayken evinde çıkan bir yangın sonucu kaybettik. Öldüğü gün yeni bir filmi için çalışıyordu... Ama Halil Ergün'ün de dediği gibi "Hayat izin vermedi" onun son filmini çekmesine...

1940'da, Kırklareli, Vize'de doğan Olgaç orta öğrenimini yarıda bıraktı. Sinemaya 1962'de yönetmen Memduh Ün'ün asistanı olarak başladı. Başka yönetmenlerin yanında da asistan olarak çalıştı. İlk filmini 1965'de çekti; Tehlikeli Adam (Başrollerde Samim Meriç, Gülsüm Kamu). "Üçünüzü de Mıhlarım" isimli filmin başrolünü Yılmaz Güney üstlenmişti.

Toplumsal sorunlara eğildiği "Linç"i 1970'de, "Bir gün Mutlaka"yı 1975 yılında çekti. Bu filmlerle dikkatleri üzerinde topladı. 1980'li yıllarda "Kaşık Düşmanı", "Gülüşan", "Üç Halka Yirmibeş", "İpekçe", "Kurşun Adres Sormaz" gibi iddialı filmlerle adını yeniden duyurdu. Filmlerinde kadın öğesi hep temel oldu. Ama töreleri de eleştirdi, kadına yapılan haksızlıkları da. 1974 Yılında yönettiği "Açlık" Atilla Dorsay'ın deyimiyle "Baştan sona hiç aksamayan, yalın bir sinema diliyle yapılmış, kadınca bir duyarlık" taşımaktadır.

Televizyonlar ise en çok, başrollerini Hülya Koçyiğit ve Çetin Tekindor'un paylaştığı, Çocuklarımı Kim Sevecek isimli filmin uyarlamasına yer verdi. Beş çocuklu bir ailede ölümcül bir hastalığa yakalanan annenin, çocuklarına yeni aile aramasını anlatan filmi, en iyi olmasa da, en bilinen filmlerindendir.

Bilge Olgaç, pekçok ödülün de sahibi oldu.

* 1970'de Adana Altın Koza Film yarışması'nda, Linç isimli filmi, 3. en iyi film ödülünü kazandı.
* 1984'de, 21. Altın Portakal Festivali'nde, Kaşık Düşmanı isimli filmiyle iki ödül birden aldı; en iyi senaryo ve 3. en iyi film ödülü...
* Kaşık Düşmanı filmiyle 7. Uluslararası Kadın Yönetmenler Festivali'nde en iyi film ödülü ve basın ödülü sahibi oldu.

Son filmlerinden olan Kurşun Adres Sormaz gerek sinema dile gerekse konusu bakımından oldukça başarılıdır. Halil Ergün bu yönetmenimizin birçok filminde oynamıştır.

Olgaç Gülüşan filmi ile kuma olayına eğilmiş ve kadın dünyasını erkek dünyası ile karşılaştırmıştır.

İpekçe filminde bir kasaba halkının kim olduğunu bilmediği bir kadına yaklaşımını ve kadının bir hayat kadını olduğunu öğrendikten sonra aldıkları tavrı gözler önüne sermiştir.

Üç Halka 25 filmi oldukça iyi filmlerinden birisidir. Ve yine bir kasaba-kadın ilişkisine değinmiştir burada Olgaç.

Hemen her filminin senaryosunu da kendisi yazan Olgaç bugün aramızda bulunmasa da adına Türkiye'de ilk kez düzenlenen Kadın Filmleri Festivali'nde yer aldı. 1998 Haziran'ında Uçan Süpürge tarafından düzenlenen bu festivalde, Bilge Olgaç, Kadın Ustaya Saygı bölümünde anıldı ve kadın konusunu işlediği üç filmi Kaşık Düşmanı, İpekçe ve Gülüşan gösterildi. Bugünde Uçan Süpürge tarafından Bilge Olgaç Başarı Ödülleri verilmektedir her sene...

Filmleri - Yönetmen (41 Film)

Bir Yanımız Bahar Bahçe 1994
Kurşun Adres Sormaz 1992
Umut Hep Vardı 1991
Aşkın Kesişme Noktası 1990
Kızın Adı Fatma 1988
Gömlek 1988
Yarın Cumartesi 1988
İpekçe 1987
Elif Ana - Ayşe Kız 1987
Üç Halka 25 1986
Gülüşan 1985
Yavrularım 1984
Kaşık Düşmanı 1984
Bir Gün Mutlaka 1975
Şöhret Budalası 1975
Tanrı Sevenleri Korur 1974
Açlık 1974
Bacım 1974
Savulun Geliyorum 1972
Kanlı Öç 1972
Kaderin Pençesi 1972
Üçünüze Bir Mezar 1971
Yaban Ali 1971
Kara Gün 1971
Merhamet 1970
Linç 1970
İki Aşk Arasında 1970
Kanlı Şafak 1969
Öksüz 1968
Dertli Gönlüm 1968
Silahsız Dövüşelim 1967
Garibanız Abiler 1967
Kanunsuz Toprak 1967
Nikahsızlar 1966
Zorlu Düşman 1966
Sokaklar Yanıyor 1965
Krallar Kralı 1965
Babasız Yaşayamam 1965
Üçünüzü De Mıhlarım 1965
Kanlı Buğday 1965
Tehlikeli Adam 1965

Filmleri - Yapımcı (1 Film)

Kara Gün 1971


Filmleri - Senaryo (30 Film)

Bir Yanımız Bahar Bahçe 1994
Kurşun Adres Sormaz 1992
Umut Hep Vardı 1991
Aşkın Kesişme Noktası 1990
Yarın Cumartesi 1988
Gömlek 1988
Kızın Adı Fatma 1988
Elif Ana - Ayşe Kız 1987
İpekçe 1987
Üç Halka 25 1986
Gülüşan 1985
Kaşık Düşmanı 1984
Açlık 1974
Bacım 1974
Kaderin Pençesi 1972
Kanlı Öç 1972
Savulun Geliyorum 1972
Üçünüze Bir Mezar 1971
Yaban Ali 1971
Kara Gün 1971
Merhamet 1970
İki Aşk Arasında 1970
Kanlı Şafak 1969
Dertli Gönlüm 1968
Öksüz 1968
Kanunsuz Toprak 1967
Silahsız Dövüşelim 1967
Nikahsızlar 1966
Sokaklar Yanıyor 1965
Tehlikeli Adam 1965

Filmleri - Eserleri (1 Film)

Kısmetin En Güzeli 1962

Ödülleri

2.Adana Altın Koza Film Şenliği, 1970
En İyi Yönetmen Linç
21.Antalya Film Şenliği, 1984
En İyi 3. Film Kaşık Düşmanı
En Başarılı Senaryo Kaşık Düşmanı
7.Uluslararası Kadın Filmleri Şenliği, 1984
En İyi Film Kaşık Düşmanı
Basın Özel Ödülü Kaşık Düşmanı



ÖNEMLİ NOT;
Bu inceleme yazısı 24 Ağustos 2006 tarihinde, saat 09:25:40 AM'de, www.divxplanet.com sinema ve altyazı sitesinin forum sayfasında yayınlanmıştır. Tüm hakları yazı sahibine aittir, yazarının izni olmaksızın hiçbir amaçla çoğaltılamaz, kopya edilemez, manyetik ortamlara aktarılamaz ve yayınlanamaz. Yukarıda yazılan fiillerin yazarının izni dışında gerçekleştirilmesi durumunda bu eylemi gerçekleştiren fail 5846 sayılı Fikir ve Sanat Eserleri Kanunu'na aykırı hareket ettiğini ve bu iş bu kanunun getirmiş olduğu cezaları kabul eder.

5 Temmuz 2008 Cumartesi

Kırık Bir Aşk Hikayesi (1981)



Türk sinemasında Ömer Kavur'un bir filmidir "Kırık Bir Aşk Hikayesi". Taşraya atanan bir öğretmen ile o taşranın yalnız ve mutsuz delikanlısı arasındaki sınırsız sevginin filmidir Kırık Bir Aşk Hikayesi.

Selim İleri'nin bir hikayesinden uyarlanan ve yönetmen Ömer Kavur'un 4. filmi olan Kırık Bir Aşk Hikayesi 1981 yapımı. Başrollerinde Kadir İnanır (Fuat) ve Hümeyra (Aysel) olan bu film Ömer Kavur'un aynı zamanda kendi iç yolculuğuna da bir bakış yansıtıyor. Filmde taşraya atanan Aysel öğretmen nişan gecesi Fuat ile tanışır. Aralarında başlayan dostluk daha sonra aşka dönüşür ama mutlu aşkın olmadığını ispatlamak için onları kötü bir son beklemektedir...


"Mutluluk yanıbaşımızdaydı ve geçip gitti". Aysel, Fuat'a göre yaşı büyük bir öğretmendir. Fuat, taşranın zengin eşraflarından birinin oğludur ama ailesi maddi bakımından zor duruma düşünce bölgelerinin zenginlerinden Recep Bey'in kızıyla evlendirilmek istenir. Fuat nişanlısını çocukluktan beridir tanımaktadır ve ona karşı hiçbir şey hissetmemektedir. Ama ailesinin baskısı üzerindedir.

Kasabaya yeni atanan Aysel öğretmen Fuat'ın nişanında Fuat ile tanışır. Daha sonra aralarında Bedri'nin intiharı nedeniyle bir yakınlaşma doğar ve bu yakınlaşma aşka dönüşür. Aysel okumuş, kültürlü bir bireydir. Fuat ise taşrada büyümüş olmanın verdiği bir içe kapanıklılık duygusuna sahiptir. Fuat, sevgisiz büyümüştür ve gerçek sevgiyi aramaktadır. Nişanlısını kardeşi gibi görmektedir. Aile baskısı ve çevrenin baskısını üzerinde çok şiddetle hissetmektedir. Fuat, Aysel'i sevdiğini söyler ama Aysel'in kafasını hem Fuat ile aralarındaki kültür farkı hem de çevrenin baskısı ve yaş sorunu kurcalamaktadır. Ama o da Fuat'ın sevgisi önünde direnemez.

Fuat, Aysel ile evlenmek isteyince Recep Bey'e nişanı attığını söyler. Recep Bey, etrafa rezil olacağı endişesiyle Fuat'a maddi ve manevi yönünden baskı yapar. Ayrıca Fuat'ın ailesi de büyük baskı yapmaktadır. Nişanlısının alkolik abisi ve Fuat'ın çocukluk arkadaşı Yavuz nişanın bozulmasına çok sinirlenir. Fuat ile bir lokanta önünde kavga ederler. Kavga sonunda Aysel Fuat'ın ailesi ve çevresi tarafından istenmediğini anlar ve tayinini ister. Fuat ise tekrar nişanlısına döner ve evlenir. Fuat'ın evlendiği gece Aysel gözyaşları içinde kasabayı terk eder. 10 yıl sonra Aysel Muğla'ya tayin edilmiştir ve Fuat'ı arayıp bir dinlenme tesisinde olduğunu söyler. Fuat, Aysel'i görmeye gider. Ve çok kısa bir görüşmeden sonra (ki bu görüşme onlar için dünyanın en uzun ve acılı günüdür) Aysel'in otobüsü hareket eder. Fuat'ın elinde hatıraları ve bir lokantada Aysel ile çekilmiş fotoğraftan başka bir şey kalmamıştır. Mutsuz bir evlilik ve iki çocuğu ile yaşamına devam etmek zorundadır..

Yorum;

Film, ağır bir hava taşısa da söylenmesi gereken her şeyi söyleyen bir kurguya sahip. Aysel karakteri okumuş kesimi anlatmaktadır, Fuat ise toplumdaki herhangi bir bireydir. Ama bu iki insan birbirlerinden her yönden çok farklı olsa da sevgi noktasında kesişir yolları. Akılları hayır derken kalpleri evet diye bağırmaktadır. Fuat istediği insanı bulmuştur. Onu kaybetmemek için herkesi karşısına alır. Ama sonunda çevrenin baskısına yenik düşer.

Film aslında sevdanın engel tanımayacağını ona engel olanların insanlar olduğunu anlatıyor. Çünkü sevgi tek başına bir hiçtir ancak insanların içinde bir anlam kazanır. Onu vareden de insandır yokeden de. Aysel her ne kadar dirense de sevdaya yenik düşer. Sonunda onların sevdaları da insanların dedikodularına...

Fuat'ın çevresindekiler dedikodudan büyük hâz alan insanlardır. Kendi hayatları ile ilgili dedikoduları duymak istemeyen ama başkaları hakkında her zaman yorumları olacak dar bir bilince sahiptir. Kendi mutlulukları için başkalarının hayatlarını ve mutluluklarını harcamaktan geri kalmazlar. Kavur, toplumsal yapıya da bu konuda büyük bir eleştiri getirmektedir. Filmin içindeki dialoglar kendi başına bir anlam ifade edecek kadar özenle seçilmiştir. Filmin hikayesinin Selim İleri'ye ait olması da bunda büyük etkendir. Fuat'ın düğününde sadece Fuat ağlamaktadır onun ağladığını gören sadece en yakın arkadaşı ve artık eşi olan kadının abisidir. Fuat'ın düğününde herkes eğlenmektedir çünkü düğün olmuştur. Kendi amaçlarına ulaşmışlardır. Ağlayan ise Fuat ve Aysel'dir. Çünkü onlar mutluluklarını ve sevdalarını başkalarının mutluluğu için kaybetmişlerdir. "Sevmek bağlılık ister

Yıllar sonra karşılaşan Fuat ile Aysel sadece 5 dakika konuşabilirler. Fuat, Aysel'e onu asla unutmadığını söyler. Aysel susar çünkü susmak onaylamaktır sevdanın dilinde. Ve Aysel Fuat'ın hediyesi olan sarı kuşun öldüğünü söyler. Fuat kuşu hatırlamaz ama burada kuş onların aralarındaki ilişkinin bir bağıdır. Sevdaları bitmese bile ilişkileri bitmiştir. Fuat, Aysel ile bu kısacak konuşmadan sonra yine dedikodularla örülü, yalnız ve sevgisiz hayatına geri döner....

Filmin müzikleri Cahit Berkay'a ait ve bu müzik her dinlenilişinde insanın içinde "kırık bir aşka" doğru acı akmaktadır. Melodisi oldukça ritimli ve film ile tam bir bütünleşme sağlamaktadır.

Yakın zamanda kaybettiğimiz yönetmen Ömer Kavur, sevda üzerine küçük bir masal ile kendi içindeki yalnızlığa da bir ad vermeye çalışmıştır. (Bu filmden sonra Hümeyra ile evlendiğini duymuştum). Yönetmen aslında filmdeki Fuat'tır. Fuat'ın sevgiyi arayan yönü ile yönetmenin kalbi örtüşmektedir.

Film;

19. Antalya film festivalinde;

En İyi Üçüncü Film
En İyi Yönetmen (Ömer Kavur)
En İyi Görüntü Yönetmeni (Salih Dikişçi)
En İyi Özgün Müzik (Cahit Berkay)
En İyi Yardımcı Kadın Oyuncu (Güler Ökten)
En İyi Yardımcı Erkek Oyuncu (Orhan Çağman)

ödüllerini kazanmış Türk sinemasının bir başyapıtı sayılır.

Böyle güzel filmlerin her zaman sinemamızda çekilmesi dileğiyle.....


ÖNEMLİ NOT;
Bu inceleme yazısı 03 Nisan 2006 tarihinde, saat 03:13:33 PM'de www.divxplanet.com sinema ve altyazı sitesinin forum sayfasında yayınlanmıştır. Tüm hakları yazı sahibine aittir, yazarının izni olmaksızın hiçbir amaçla çoğaltılamaz, kopya edilemez, manyetik ortamlara aktarılamaz ve yayınlanamaz. Yukarıda yazılan fiillerin yazarının izni dışında gerçekleştirilmesi durumunda bu eylemi gerçekleştiren fail 5846 sayılı Fikir ve Sanat Eserleri Kanunu'na aykırı hareket ettiğini ve bu iş bu kanunun getirmiş olduğu cezaları kabul eder.

Shine (1996) - Shine



Shine, 1996 yapımı bir film. Gerçek bir öyküye dayanmakta olup biyografi filmidir ayrıca. Dünyanın en tanınmış piyanistlerinden David Helfgott'un yaşam öyküsü Geoffrey Rush'ın muhteşem performansıyla beyazperdeye aktarılmıştır. Geoffrey Rush, bu rol için biçilmiş kaftan olduğunu filmin her sahnesinde ispatlamaktadır. Zaten kendisine en iyi oyuncu Oscar'ı da boşuna verilmemiştir.

Shine, yönetmeninin belki de en iyi filmi. Ödüllere doymamış, müzikleriyle adından uzun süre bahsettirmiş yaklaşık 50 defa hiç sıkılmadan izlediğim bir filmdir.

İnceleme;

David Helfgott, çocukluktan itibaren Klasik müzik hayranı despot babası tarafından piyano başına oturtulmuş, en zor parçaları çalması için baskı yapılan birisidir. Babasının onu sürekli en iyilerden birisi olacaksın şeklindeki telkinleri küçük David'in ruhsal yapısına zarar vermekte ve yaşadığı her küçük veya büyük çaptaki başarısızlıklar onu bunalıma sürüklemektedir. Küçük David her yarışmayı kaybettiğinde babasının işkencesine de yenik düşmektedir. Babasının Hellfgot yetişkin bir insan olduğu halde yapmaya devam ettiği baskılar sonucunda onu isyan noktasına getirecektir. David'in olağanüstü bir yeteneği vardır. Aslında onun en büyük destekçisi babası olduğu halde aynı zamanda önündeki en büyük engel de yine babasıdır. Babası David'in dünyanın en iyi müzisyen okulunda eğitim görmesine bile engel olmaktadır. David ilk defa babasına başkaldırır ve burslu olarak Londra'daki Kraliyet Müzik Akademisi'ne gider. Orada kendini yetiştirir. Küçüklükten beridir kafasında tek bir şey çalmak vardır. Sergei Rahmaninoff'un dünyanın çalınması en zor parçası olan ve dünya üzerinde sadece 3-4 kişinin başarıyla, eksiksiz çaldığı 3. senfonisini çalabilmektir. David Helfgott, bu şarkı için aylarca çalışır ve bu besteyi konserinde eksiksiz çalar. Konser bitiminde David artık başka bir dünyanın insanı olmuştur. Akıl ve ruh sağlığını kaybeder ve olmaması gereken bir deliler dünyasına geçiş yapar. Hayatındaki en değerli şeyini yitirmiştir David; aklını. Doktorlar tarafından piyano çalması yasaklanır. Çünkü piyanonun hastalığının temel sebebi olduğuna inandırılmıştır. Oysa David, içindeki baskı zincirini halen kıramamıştır. Tedavisi yıllar sürer. Bir gün hastanede bir piyanoya rastlar. Piyanoyu çalan kadın David'i tanımaktadır. David'e bir ev bulur ve orada piyano çalmasına imkan verir. Ancak David bu evde rahat değildir. Sefil bir hayat yaşamaktadır. Bir gün eve geldiğinde ev sahibinin piyanoyu çalmasın diye tuş korumasından kilitlediğini görür. Notalarını alarak daha önce piyanosunu çalmak için yalvardığı bara gider. Bardakiler onunla dalga geçerken o filmin en güzel parçalarından birisi olan Rimsky Korsakov'un Flight Of The Bumble Bee parçasını (bu eser piyanoya Rachmaninoff tarafından adapte edilmiştir) çalar. (Rush'un bu eseri piyanoda çalmak için ideal olan ince ve uzun parmakları vardır ve zaten biraz da bu yüzden bu role seçilmiştir ama ne yazık ki piyano çalamamaktadır! Kendisinin aylarca piyano çalıştığı söyleniyor ve bu şarkı için gecelerce boyunca uğraştığı da...). Bu şarkıyı çaldığı andan itibaren David'in hayatı değişir. Çünkü dünyanın en büyük piyano ustasıdır ve değeri yeni anlaşılmıştır. Artık zincirlerden ilkini kırar. Piyanosunu çalmak için yalvardığı barın bir çalışanıdır ve inanılmaz bir dinleyiciye sahiptir. Gazetelere çıkmaya başlar. (Yönetmen bu sahneleri asla abartmamıştır ve bütün gerçekliğiyle yansıtmıştır. Bu da Shine filmini diğer başarılı sanatçı filmlerinden ayırmaktadır). Babası David'i gazatede görür ve onu ziyarete gelir. David babasına onu asla affetmeyeceğini söyler. Babası giderken pencereden bakar ve sadece hoşçakal baba der. David'in hayatına bir anda astrolog olan Gillian (Lynn Redgrave) girer. David, ona evlenme bile teklif eder. Gillian yıldızlara bakar ve hayatının David ile kesiştiğini görür. David bundan sonra zincirin son halkasını da kırmalıdır. Rahmaninoff'un 3. senfonisini çalmalıdır. Ama artık yanında Gillian vardır. Gillian'ın desteğiyle hayatının " o benim için unutulmaz olan tek konserdir" dediği konserini verir. Artık dünya çapında tanınan bir piyanisttir. Çünkü Rahmaninoff'un çalmak için ondan fazla parmağınız ve iki beyniniz olmalı denilen şarkısını eksiksiz çalabilmektedir. David Hellfgot dünyanın son müzik dehası ve harikasıdır.

David, ölen babasını ziyarete gider ve mezardan ayrılırken şunları söyler karısına;

"Her şeyin bir nedeni vardır Gillian ve her nedenin de bir bedeli. Herkes bir bedel ödemek zorundadır".






























Bardaki ünlü çalma sahnesi;



Gerçek David Helfgott

Eşiyle;






















Helfgoot'un bazı albüm kapakları;

Ünlü 3. senfoni albümü;








Filmde görülen en temel öğe insanların yetiştirilme tarzlarının onların bütün hayatını belirlediği ve her insanın içindeki yeteneğin asla susmayacağıdır. David'in hayatı belki sıkıntılarla geçmiştir ama o yapmak istediği tek şeyi sonunda yapmış ve başarıya ulaşmıştır. İnsanların başarı yolundaki azimlerini yükseltiyor Shine filmi. Bir biyografi olması da ayrı bir önem kazanıyor. Çünkü David bir hayal kahramanı değildir. Dünyayı değil kendini kurtarmıştır. David içindeki zincirleri kırarak yaşamın içine girmiştir.

Shine izlenesi mutlaka defalarca izlenesi bir film. Kaçırılmayacak bir başyapıt.



ÖNEMLİ NOT;
Bu inceleme yazısı 05 Temmuz 2006 tarihinde, saat 11:31:52 PM'de www.divxplanet.com sinema ve altyazı sitesinin forum sayfasında yayınlanmıştır. Tüm hakları yazı sahibine aittir, yazarının izni olmaksızın hiçbir amaçla çoğaltılamaz, kopya edilemez, manyetik ortamlara aktarılamaz ve yayınlanamaz. Yukarıda yazılan fiillerin yazarının izni dışında gerçekleştirilmesi durumunda bu eylemi gerçekleştiren fail 5846 sayılı Fikir ve Sanat Eserleri Kanunu'na aykırı hareket ettiğini ve bu iş bu kanunun getirmiş olduğu cezaları kabul eder.

Born on the Fourth of July (1989) - Doğum Günü 4 Temmuz

Vietnam gazisi Ron Kovic’in Vietnam savaşı sonrası verdiği anti-militarist hayat mücadelesine geçiş sürecini anlatan ve Kovic’in kitabından uyarlanan Doğum Günü 4 Temmuz Oliver Stone yapımı bir film.


Ron Kovic, Wisconsin’li ve Amerika’nın kuruluş günü olan 4 Temmuz doğumlu bir gençtir. Ailesi ve kendisi bundan gurur duymaktadır. Doğum yeri olan kasaba Cumhuriyetçi ve komünizmin şeytan icadı olduğuna inanan insanların yaşadığı bir yerdir ve Kovic de gerek yetişmesi üzerinde en büyük etkisi olan annesi gerekse çevresinin etkisi altında kalarak Vietnam Savaşı’nda Vietnamlılara ve komünizme karşı savaşmak için can atmaktadır. Bir gün okuluna gelen Denizcilerin etkisinde kalarak orduya katılmak için karar alan Kovic bu isteğini gerçekleştirir ve gönüllü başvuru yaptıktan sonra Vietnam’a gönderilir. Ancak Vietnam ve savaş hiç de savaşa katılmak için heyecanlanan Kovic’e anlatıldığı gibi bir yer değildir.

Kovic Vietnam’da savaşırken takımıyla beraber Vietkongluların saklandığı söylenen bir köye baskın yaparlar ancak köyde kadın ve çocuklardan başka kimse yoktur ve Kovic ile takımı köydeki birçok kadın ve çocuğu köyü bombalamaları esnasında öldürürler. Bu Kovic’in savaştan aldığı ilk ağır darbedir. Kovic, bir çarpışma esnasında takım arkadaşını da yanlışlıkla öldürür. Bu onun hayatını değiştiren bir olaydır. Başka bir sıcak temasta Kovic de çok ağır yaralanır ve belden aşağısı felç olur. Kovic için hastane hayatı da günleri de böylece başlayacaktır.


Hastanede eski sağlıklı, güreş yapan günlerine dönmek için çok uğraşır Kovic. Ancak yaşadığı aksilikler ve hastanede gördükleri, devletin savaş gazileriyle ilgilenmemesi bir süre sonra onu çılgına çevirir. Tedavi sonuç vermez ve ömür boyu felçli kalır. Kovic, hastaneden çıktıktan sonra evine geri döner. Burada bir kahraman gibi karşılanır. Yine de kendisinin yokluğunda gerek evinde gerekse çevresinde birçok şey değişmiştir. Kardeşleri savaş karşıtı olmuş okulundan arkadaşları ve eski sevgilisi de savaş karşıtı Çiçek Çocukları’na katılmıştır. Kovic bunlara kayıtsız kalamazsa da, evinde yaşadığı huzursuzluk ve genç yaşta sahip olduğu sakatlığın depresyonunu atlatmak için Meksika’da inzivaya çekilir orada diğer Vietnam savaş gazileriyle dostluklar kurar ancak burada da aradığı huzuru bulamaz. İnsanlara hep savaşta bir kahraman olduğunu anlatmaya çalışır ama bir süre sonra kendisinin kahramanlığının hiçbir şey ifade etmediğini savaşta kendisi gibi bir sürü genç insanın öldüğünü, sakat kaldığını, ülkesinin savaş gazilerini önemsemediği ve eğer savaş durdurulmazsa kendisi gibi sakat kalacakların, öleceklerin daha çok olacağını anlayınca savaş karşıtlarına katılır. Ron Kovic bundan sonra anti-militarist, savaş karşıtı grubun bir önderi haline gelecektir. Önceleri komünizm karşıtı ve aşırı milliyetçi, Nixon yanlısı bir Cumhuriyetçi olan Kovic daha sonra anti-militarist, savaş karşıtı bir demokrat olacaktır. Kovic’in bu serüveni bir çok insana ders olacak niteliktedir..

Oliver Stone da Ron Kovic gibi bir Vietnam gazisidir. Amerikan sinemasının savaş karşıtı yönetmenlerinin en bilinenlerinden birisidir. Tom Cruise filmde oldukça iyi bir oyunculuk sergilemiştir. Hatta bu filmdeki oyunculuğu ile en oyuncu dalında Oscar’a aday gösterilmiş ancak ödülü My Left Foot filmindeki rolüyle Daniel Day-Lewis’e kaptırmıştır. Film gerçek anlamda bir savaş aleyhtarlığı yapıyor. Stone filminde savaş sahnelerini abartmamış, daha çok savaşın insan psikolojisi üzerinde bıraktığı derin etkiyi yansıtmak istemiştir. Kovic’in hayatı savaşı gerçek anlamda yaşayana kadar kör gibi geçmiştir. İçindeki Tanrı ve ülke inancı bir süre sonra bacakları kadar ölü bir Tanrı’ya ve kendisini dışlayan, hastanede neredeyse bacağının kesilmesine neden olacak ülkeye dönüşmüştür. Filmdeki her olay kendi içinde bir bütünlük taşıyor. Stone filmin en dramatik sahnelerini Kovic’in hastane ve aile ilişkilerini gösterirken harcamıştır demek yanlış bir düşünce olacaktır. Platoon filmiyle savaşın kötülüğünü anlatan yönetmen daha ileri giderek Doğum Günü 4 Temmuz ile de bu sefer bir askerin savaştan sonraki yaşamını irdelemiştir. Aslında Stone bu filme kendisinden de bazı şeyler katmaya çalışmıştır. Gözündeki savaş olgusu ve aleyhtarlığı bu filmde kendini iyice belirginleştirmiştir. Kanımca Doğum Günü 4 Temmuz bir savaş filmi değil. Savaş filmlerinde savaş sahneleri ağırlıklı iken (ki bunu Platoon ile zaten yapmıştır) burada savaş ikinci plana atılmıştır. Gerçek anlamda psikolojik-drama filmi kategorisine rahatlıkla alınabilir bu filmi.

Uzun sözün kısası Stone bu filmiyle Platoon (Müfreze) filmi gibi savaş aleyhtarlığına soyunurken savaşı değil savaşın psikolojisini yakından izlemeye alıyor.


Gerçek Ron Kovic;



























































ÖNEMLİ NOT;
Bu inceleme yazısı 03 Ocak 2007 tarihinde, saat 12:50:22 AM'de, www.divxplanet.com sinema ve altyazı sitesinin forum sayfasında yayınlanmıştır. Tüm hakları yazı sahibine aittir, yazarının izni olmaksızın hiçbir amaçla çoğaltılamaz, kopya edilemez, manyetik ortamlara aktarılamaz ve yayınlanamaz. Yukarıda yazılan fiillerin yazarının izni dışında gerçekleştirilmesi durumunda bu eylemi gerçekleştiren fail 5846 sayılı Fikir ve Sanat Eserleri Kanunu'na aykırı hareket ettiğini ve bu iş bu kanunun getirmiş olduğu cezaları kabul eder.


Edmond (2005) - Edmond


Bazen nefret ettiklerinize bürünürsünüz!


Yönetmen Stuart Gordon'ın yazar David Mamet'in aynı isimli tiyatro eserinden sinemaya aktardığı Edmond, William H. Macy'in sıradışı performansı ile izlemeye doyamayacağınız bir yapıt olarak kendini öne çıkarıyor.

Gündelik hayatın kendisine getirdiği monotonluktan sıkılan orta yaşların adamı NewYorker borsacı Edmond Burke bir gece kafasına takılan garip tesadüflerle hayatına yol vermek ister ve numaraların heyecanına kapılarak kendisini gecenin içine sürükleyecek olan bir falcıya gider. Falcının söylediklerinden çok etkilenir ve boşlukta gördüğü gününe yeni heyecanlar yaratmak için önce bir bahane ile eşini ve evini terk eder. Sonra yanına hiçbir şey almadan gizemli bir gece yolculuğuna başlar. Bu yolculuk Edmond'ın bundan sonraki hayat serüveninin de başlangıcı olacaktır.


New York'un varoşları karanlıktır. İnsanları gibidir sokaklar. Her şey vardır oralarda. Güvenli bir mekanınız yoksa sizi içine çekmesi ve kendine benzetmesi an meselesidir. Bunu bile bile o karanlıklara dalar Edmond. Heyecan aramaktadır. Sokak ortasında kumar oynatan kumarbazlarla kavga eder, gece kulüplerinde kendine bir gecelik ilişkiler arar ama her yerden kaybedenler listesinde adı en üstte olacak şekilde çıkar. Sokaklarda yaşadığı bir gecelik hikayesi ile hayatı ve inancı sorgulamaktan geri kalmaz, bunu başkalarına da anlatmak ister ama hep ters tepkiler alır. Ruhunu özgür bırakmak için türlü yollara başvurur, sebebini tam anlayamadan daha doğrusu kurbanına kavratamadan cinayet bile işler ama en sonunda elinde koca bir hiçlik vardır. Bir hayvan gibi davranır, kendi benliğini kaybeder. Ve en sonunda nefret ettiği her şeye olan dönüşmeye başlamıştır. P.zevenkler, f.hişeler ile dolu karanlık sokakların sihirli bireyi olmak isteği kendi sonunu da hazırlayan bir ateşleme butonuna basmak gibi olmuştur Edmond için. Zarar verdiği herkes onun için bir yücelme gibi olur. İçindeki tüm nefreti kusar. İçindeki cinsel açlığı gidermek için koşturur. Edmond o gece neyi başarırsa hedefi değişir ve her değişimde daha da kaybeder benliğini. Herkese nefret doludur, kimsenin kendisini anladığına inanmamaktadır. Belki heyecanı için belki de değişimi için sonu olmayacak bir gece yolculuğu kilisenin kapısında ruhunu arındırmak için beklerken sona erecektir.


Filmde Edmond homofobik ve ırkçı görüşlere sahip bir bireydir. Ama cinayetten dolayı suçlu bulunup hapse atılınca bütün korkuları ve nefretleri ile yüz yüze kalır. Filmin sonu ise insanı şok edecek türden bir ironi taşıyor.

Edmond bir tiyatro eseri olduğunu her sahnede belli ediyor. İçindeki tiyatral diyaloglar dikkatli dinlendiğinde sürüklüyor izleyiciyi. Önemli şeylerin kelimelerin içinde gizli olduğunu gösteriyor. Filmin en dikkat çekici yanı Edmond'ın nefret ettiği ne varsa onun şeklini almasıdır. Bu filmin her sahnesinde hissedilir. Orta halli birisi iken yaşamı bir anda boşluğa dönüşen ve aradığı sorulara yanıt alamadan kapanan bir kitap gibi olur. Hayattan öğrendiği şeyler kaybettikleridir ve bu kaybettiklerini geri getirme imkanı yoktur. Hayvan mıdır yoksa insanlıktan mı buna geçiş yapmıştır bunun cevabını bile tam olarak bilemez.



Edmond dikkatli gözlerle defalarca izlenecek, ders verici varoluşçu diyaloglara ve monologlara sahip bir film. Pişman olmayacaksınız...

ÖNEMLİ NOT;
Bu inceleme yazısı 03 Ocak 2007 tarihinde, saat 03:55:42 AM'de www.divxplanet.com sinema ve altyazı sitesinin forum sayfasında yayınlanmıştır. Tüm hakları yazı sahibine aittir, yazarının izni olmaksızın hiçbir amaçla çoğaltılamaz, kopya edilemez, manyetik ortamlara aktarılamaz ve yayınlanamaz. Yukarıda yazılan fiillerin yazarının izni dışında gerçekleştirilmesi durumunda bu eylemi gerçekleştiren fail 5846 sayılı Fikir ve Sanat Eserleri Kanunu'na aykırı hareket ettiğini ve bu iş bu kanunun getirmiş olduğu cezaları kabul eder.


Tatar Ramazan (1990) ve Tatar Ramazan Sürgünde (1992)


Kerim Korcan... Tatar Ramazan'a hayat veren isimdir. Yıllarca süren yargılanma süreçlerinde çekilen işkenceler ve yorgunluk sonucunda 9 Kasım 1990'da vefat etti bu edebiyatımızın sessiz ve derinlerde kalmış ismi. (Korcan ile ilgili geniş incelemeyi edebiyat bölümünde yazacağım).

Tatar Ramazan, Türk hikayeceliğinin en gerçekçi isimlerinden, kahramanlarından birisidir. Yayınlandığı dönemde makaslanmaktan, yasaklamaktan çekinilmemiştir. Müziklerini Ahmet Kaya'nın yaptığı film yayınlandığı dönemde içinde getirdiği eleştiri, adalet mekanizmasındaki çarpıklıkları çarpıcı bir dil ve üslup ile göstermesi, hapishane hayatına getirdiği eleştiriler nedeniyle uzun süre yasaklılar listesinde durmuştur. Ancak şu an Tatar Ramazan'ı yasaklayan zihniyet bu filmi yayınlamaktadır!!!. Yani filmde olduğu gibi ekranda da Tatar Ramazan'ı hiçbir engel durduramamıştır.

Tatar Ramazan (1990)

Tatar Ramazan serüveni, Ramazan'ın bir tarla kavgası sonucunda hasmı Abidin Ağa'nın oğlunu öldürüp hapishaneye girmesi ile başlar. Yıl 1942'dir. İçerde 4 yıl yatan Ramazan tahliye edilir ancak hasmının diğer oğlu Necmi ve babasıı Abidin Ağa kan davası gütmektedir ve Ramazan'ı öldürmek için fırsat kollamaktadır. Bir gece Ramazan'ı evinin önünde sıkıştıran Necmi ve Hamdi Ramazan'ı öldürmeye kalkar. Ramazan meşru müdafa yapar ve kendisine saldıran Hamdi'yi öldürür, kendisi de hafif yaralanır. Ramazan'dan korkan Necmi olay yerinden kaçar. Ramazan mahkemede derdini anlatamaz (aleyhine tanıklık yapar Necmi) ve yine mahkum olur; cezası 11 yıldır. Böylece Ramazan'ın gerçek hapishane hikayesi de başlamış olur. Aslında hiç ceza almaması gereken bir olaydan ceza almıştır ve adalet sistemindeki sorunları artık iyice anlar. Önceleri rahat durmadı içerde demesinler diye sesini çıkarmaz ama idamlık Hüseyin'e (Salih Kırmızı) abilik, babalık yapar. Hapishane müdürü Ramazan'a Hüseyin asılmayacak diye söz verir ama Hüseyin bir kuşluk vakti asılır. Ramazan artık yönetime düşman olur ve her gördüğü haksızlığa sonuna kadar karşı durmasını, ezilenlerin, garibanların hakkını korumaya başlar bu da onu bir efsane yapar. Tabii efsane büyürken hapishanede çıkarları zedelenenlerin de düşmanlığını kazanmaktadır Ramazan. Hapishane ağası Mustafa (Koca Mustafa, Meydancı Mustafa) (Yaman Okay) mahkumlar üzerindeki hakimiyetini kaybetmeye başlayınca Ramazan'ı öldürme planları yapmaya başlar. Garibanların sesine kulak veren Ramazan, Mustafa'yı tokatlar (sinema tarihinin en ilginç ve dikkat çeken başkaldırılarından birisidir bu tokat ve Koca Mustafa'ın yaşadığı şok ile yüzünün aldığı o inanılmaz şekil her zaman izlenmesi gereken bir andır). Bunu hazmedemeyen Mustafa hapishane yönetimini Ramazan'a karşı kışkırtır. Sonunda Ramazan'ı bir gece vakti yancısı Cıbıl Halil (Hikmet Taşdemir) ile sıkıştırıp öldürmek ister. Ramazan hasmı Mustafa'yı öldürür ve 7 yıl daha ceza alır oradan da başka bir hapishaneye Adana kapalı cezaevine sürgüne gönderilir.

Tatar Ramazan Sürgünde (1992)

Tatar Ramazan cezasını çekeceği yeni hapishanesine (Adana Kapalı Cezaevi) gelmeden namı oralara ulaşmıştır. Herkes Ramazan'ı garibanın hakkını koruyan, kimseyi ezdirmeyen birisi olarak tanımaktadır. Ramazan hapishaneye gelince herkesle dostluk kurar. Ancak burada da hapishane ağası vardır ve Ramazan'ın ondan daha kuvvetli olduğunu anlayınca diğer mahkumlardan farklı davranarak ona olan düşmanlığını önceden göstermez. Hapishane Ağası Abdurrahman Çavuş (Hayati Hamzaoğlu) ve yancısı Akseli Ali (Kazım Kartal) mahkumlar üzerinde şiddet ve baskı ile hakimiyet kurmuştur. Mahkumlar Ramazan'dan yardım isterler. Eski bir koğuş ağası olan ancak artık ağalığı bırakan fakat yine de hapishanenin çekinilen bir ismi olan Kirmastılı (Yıldırım Gencer) hapishanede dönen dolapları Ramazan'a anlatır. Ramazan artık Abdurrahman Çavuş'u karşısına almıştır gariban mahkumları korumaya başlayınca. Abdurrahman Çavuş da hapishane yönetimini Ramazan'a karşı kışkırtır. Ramazan, Abdurrahman Çavuş ve Akseli Ali'ye diğer mahkumlardan farklı muamele yapılmasına karşı gelir. Bunun üzerine hapishane müdürü Ramazan'ı hücre cezasına çarptırır. Ramazan, karısı Zeynep (Esin Moralıoğlu) ile görüşememektedir. Kendisini görmeye gelen Zeynep Ramazan'ı görmek ister ama talebi reddedilir yönetim tarafından. Bunun üzerine onu görmek için uğraşan Zeynep avlu duvarından içeri koşar ama kaza sonucu avlu duvarından düşerek ölür. Ramazan'ın bütün dünyası bitmiştir. Artık önünde kendisini tutacak hiçbir şey yoktur. Abdurrahman Çavuş'u temizlemesi gerektiğine inanır, Kirmastılı'dan yardım ister bir avlu kavgası için. Abdurrahman Çavuş hapishane avlusunda Ramazan'a meydan okumaktadır. Sonunda Ramazan "Gel dedin geldim, Abdurrahman Çavuş" diyerek meydana çıkar. Hasmını bir bıçak darbesiyle öldürür. Ramazan'ın bu olayını bütün mahkumlar "ben vurdum, biz vurduk" diye savunurlar. Hapishane yönetimi Ramazan'a teslim olmasını söyler. Ramazan ise yönetime cevap verir;

"Burada vurulacak birisi vardı, onu da ben vurdum! Benim adım TATAR RAMAZAN gücün varsa gelip alsana!"

Tatar Ramazan serisi sinema tarihimizde hapishane filmleri içerisinde özel ve önemli bir yeri olan bir yapımdır. İçinde taşıdığı gerçekçi dil ile her defasında izlenesi bir keyif yaratıyor. Filmde geçen replikler ise bugün bile ses getirmektedir.



Tatar Ramazan replikleri;

* Taş kesil ulan! - Tatar Ramazan, Mustafa'nın yancısı Cıbıl Halil'e Mustafa'ya tokat attıktan sonra bağırıyor.
* Biz kazana kan koyup kaynatır, bıçağımızla karıştırırız. - Koca Mustafa, Tatar Ramazan'a söylüyor.
* Kumar oynatarak, haraç alarak zulmedenleri affetmem. - Tatar Ramazan koğuşta kumarı yasaklarken.

Tatar Ramazan Sürgünde replikleri;

* İnsan bunca zulüm, bunca haksızlık görür de rahat yatabilir mi, o zaman ben de ortaya fırlarım ve adama dur derim. Bu dünyanın hesabı ahirete kalmamalı. - Tatar Ramazan`ın hapishane müdürüyle konuştuğu ilk sahne.
* Kadın kısmısı adamın bağrına basar gibi topuk vurmalı yere. - Abdurrahman Çavuş
* Devlet adil olduğu sürece güçlüdür. - Tatar Ramazan`ın hapishane müdürüyle konuştuğu ilk sahne.
* Koridorları sevdim, ceza istediği kadar uzun olsun, yeter ki koridorlar kısa olmasın, insan bir kere yürümeye durdu muydu her şeyi unutur, nedendir bu? Çünkü volta cezanın törpüsüdür. - Ramazan`ın hapishaneye ilk defa girdiği sahne.
* Merhaba yarenler, merhaba felaket arkadaşlarım! - Tatar Ramazan`ın hapishane ahalisiyle selamlaştığı sahne.
* Ben köpeği bile aşağılamam, Allah yaratmış, ama insanların köpekleşmesi beni çıldırtıyor. - Abdurrahman Çavuş ve Akseli ile volta atarken.
* Kanun vardır kırbaç gibi, kanun vardır sütlaç gibi. Adamına göre. - Abdurrahman Çavuş.
* Ben hasmımı hiçbir zaman küçümsemem. - Ramazan, Kirmastılı ile konuşurken.
* Senden esaslı bir bıçak istiyorum, hasmıma sallayınca dönmeyen cinsten olmalı, çünkü ben adama bıçağı iki kere sallamam! - Tatar Ramazan, Kirmastılı`ya söylüyor.
* Siz beni resimlerdeki mahkumlarla karıştırıyorsunuz müdür bey, benim adım Tatar Ramazan, ben bu oyunu bozarım! - Tatar Ramazan`ın hapishane müdürüyle konuştuğu sahne
* Osmanoğlu kazan kaynatmış, Ali koca padişah askere yemek ulaştırmış, işin aslı lokmadır lokma. - Abdurrahman Çavuş
* Burada vurulacak birisi vardı, onu da ben vurdum! Benim adım TATAR RAMAZAN gücün varsa gelip alsana!- Son sahne.

700 kasaba, 70 vilayet ve 7 düvelde namı söylendi.



ÖNEMLİ NOT;
Bu inceleme yazısı 01 Ekim 2006 tarihinde, saat 08:52:40 PM'de www.divxplanet.com sinema ve altyazı sitesinin forum sayfasında yayınlanmıştır. Tüm hakları yazı sahibine aittir, yazarının izni olmaksızın hiçbir amaçla çoğaltılamaz, kopya edilemez, manyetik ortamlara aktarılamaz ve yayınlanamaz. Yukarıda yazılan fiillerin yazarının izni dışında gerçekleştirilmesi durumunda bu eylemi gerçekleştiren fail 5846 sayılı Fikir ve Sanat Eserleri Kanunu'na aykırı hareket ettiğini ve bu iş bu kanunun getirmiş olduğu cezaları kabul eder.

Four Weddings and a Funeral (1994) - 4 Nikah 1 Cenaze


İngilizler soğuk insanlar olarak bilinir. Komedi filmleri de soğuktur. İzleyince ancak bir İngilizseniz çok çok gülersiniz değilseniz bu adamlar ne anlatıyor, bu komik değil ki demekten kendinizi alamazsınız. Hareketleri komedi ile yoğurarak anlatım İngiliz komedisinin mihenk taşıdır diyebiliriz. 4 nikah 1 cenaze de klasik bir İngiliz filmi ama klasik bir İngiliz komedisi değil.

Hugh Grant'i ünlü eden film de diyebiliriz bu filme. The Remains of the Day filmiyle film başarıya ulaşsa da kendisinin rolü çok fazla etkin olmamıştır bunda ne yazık ki. Ama 4 Nikah 1 Cenaze filmi ile ünlüler kervanına katılmayı başarmıştır diyebiliriz.

Film birçok ünlüyü çatısı altında topluyor Grant dışında. Andie MacDowell (Green Card'ın güzeli), Mr. Bean filminin çılgın İngiliz profesörü Rowan Atkinson, Hurrican filminde Rubin Carter'ı hapisten çıkartan Kanadalı grubun bir üyesini canlandıran John Hannah da filmin başrollerinde.

Film, içinde hüznü ve mutluluğu barındırıyor. Hayatın ve insanların her kesitinden önizlemeler sunuyor izleyicisine. Başarısını içinde sakladığı müphem dile de bağlayabiliriz aslında. İnce espriler ile tadına tat katıyor. Klasik İngiliz komedilerinden farklı olarak yoğun romantizmi harmanlıyor ve kendine ait bir komedi-dram-romantizm üçgeni yaratıyor içinde.

Film düğünler ile başlar. Charles arkadaşları evlendiği halde kendisi halen bekardır, onun tek düşüncesi gönül eğlendirip ilerleme aşamasına yani vaadlere gelmeden bırakmaktır kadını fakat bunun sıkıntısını da çekmektedir. Kendisine aşık olan ve onun gözünün içine bakan kadınları umursamamaktadır. Ve yaşı ilerlemektedir artık. Bir arkadaşının düğününde Amerikalı Carrie ile tanışır. Yakınlaşmaları çabuk sürer. Arkadaşlarının düğününde yine Carrie ile karşılaşır fakat ikisi de birbirlerine duygularını açamazlar. Charles evlenme teklif edecekken Carrie'nin nişanlı olduğunu öğrenir. Ve ondan ayrılmak zorunda kalır. Sürekli düğünden düğüne koşturan Charles büyük bir boşluktadır. Carrie'nin nişan töreninde en yakın arkadaşı Gareth hayatını kaybeder. Artık hüzün tablosu olmuştur herkeste. Mutluluk sonsuza kadar sürmemiş ve yerini hüzün almıştır. Gareth'in cenaze töreninden sonra Charles hayatının bir düzene girmesi gerektiğini düşünür çünkü dostu Gareth cenazeleri düğünlere tercih eden bir insandır ve onun verdiği öğüdü tutmak istemektedir. Kendisine yıllardır aşık olan kadın Hen aşkını açıklayınca o da isteksiz olduğu halde evlenmeyi kabul eder.

Düğün gününde Charles'ın düğününe Carrie de gelir. Charles onun boşandığını öğrenir. Artık kafası karışmıştır. Nikah sonu Charles için bir felakettir. Milyonda bir olacak bir karar alır ve düğünde "Evet" yerine başkasını sevdiğini söyleyerek düğüne itiraz eder ve "Hayır" der. Artık hayatının kadınına kavuşabilecektir.

4 Nikah 1 Cenaze, ülkemizde de gösterildiği yıllarda büyük ilgi çekmiş bir film. Kendine ait dili ile komiklik yapmadan komedi yolunu seçmiş başarılı bir yapım kısacası.

Herkes bir gün mutluluğa kavuşabilir ama mutlu olmak için cesur olmak şarttır. Sevmek için cesur değilseniz ancak yalnız olabilirsiniz. Ve bu korkaklıktan bile kötü bir durumdur. Filmin üzerine kuruluduğu temel de bu cesaret üzerine aslında.

Mutlaka izlemenizi tavsiye ediyorum.











Filmin müzikleri Elton John'a ait...

Green Card (1990) - Yeşil Kart


Amerika vatandaşlıkta göçmenlerin ülkeye girişlerini yasal hale getirmek için Green Card (Yeşil Kart) uygulamasına gitmektedir yıllardır. Eğer Yeşil Kart sahibi olmak istiyorsanız yani Amerikan rüyası sizin rüyalarınız oluyorsa her gece bunun bazı yolları vardır elbette. Mesela bir Amerikalı kadın ile evlenerek bu kartı bir nevi oturma ve çalışma iznini alabilirsiniz.

Brontë, teraslı bir ev bulur. Bu eve sahip olması için aranan şart evli olmasıdır. Bunun için sahte bir evlilik yapması gerekecektir. Bir lokanta kaçak olarak çalışan Georges ile tanışır. Georges bir Fransız'dır ve garsonluk yaparak geçinmektedir. Georges'in Yeşil Kart'a Brontë'nin ise hayallerindeki çiçeklere bakabileceği eve ihtiyacı vardır. Georges ile Brontë evlenirler ancak evlilikleri Göçmen Bürosu tarafından kuşkuyla karşılanır ve takibe alınırlar. Georges, Brontë'nin evinde 1 haftalığına kalmak zorundadır. Daha sonra büroya ifade verecekler ve gerçekten evli olduklarını kanıtlayacaklardır. Büro baskınları ve Brontë'nin anne-babasının habersiz gelişleri ikisini de zor duruma sokar. Aynı evde yaşayan ve birbirlerinin her türlü alışkanlığını ezberleyen iki yabancı daha sonra birbirlerine aşık olur ve buna engel olamazlar. Georges artık Brontë'den başka bir şey düşünmemektedir. Brontë için de aynı durum geçerlidir. Ancak bu aşklarını büroya yani devlete de ispatlamak zorundadırlar. Mülakat sonunda ise işin rengi değişir.

Yeşil Kart gerçekten güzel bir romantik komedi. İnsanların birbirlerini tanımaları için önce aynı evde kalmaları şarttır. Cervantes; "bir dostunuzun gerçek bir dost olup olmadığın yolculuk sırasında iyi anlarsınız" der. Aynı evde yaşamak da uzun bir yolculuk gibidir aslında. Film bu yolculuk ile başlıyor. İki insan birbirine sadece bir amaç için ihtiyaç duyarken bu amaçlar kesişince ihtiyaç gerçek anlamını kazanıyor. Georges ile Brontë ilk başta birbirlerinden nefret ederler. Brontë, Georges'in çok zor ve çekilmez birisi olduğunu bile düşünür ama Georges çok ince ruhludur. Brontë'nin bunu farketmesi uzun sürmez.

Yeşil Kart Amerikan rüyasına ve Yeşil Kart sistemine de ciddi eleştireler getirmektedir. İnsanların duygularının, bağlılıklarının bir kağıt parçası ile ölçülemeyeceği anlatılmaktadır filmde. Amerikan rüyasının da bir gün kabus olabileceği hatırlatılmaktadır.

Peter Weir bu filmdeki senaryosu ile en iyi senaryo dalında Altın Küre de alır. Gérard Depardieu da en iyi erkek oyuncu ödülünü kapmıştır.

İzlemeniz şiddetle tavsiye edilir.

ÖNEMLİ NOT;
Bu inceleme yazısı 28 Ağustos 2006 tarihinde, saat 12:41:58 AM'de www.divxplanet.com sinema ve altyazı sitesinin forum sayfasında yayınlanmıştır. Tüm hakları yazı sahibine aittir, yazarının izni olmaksızın hiçbir amaçla çoğaltılamaz, kopya edilemez, manyetik ortamlara aktarılamaz ve yayınlanamaz. Yukarıda yazılan fiillerin yazarının izni dışında gerçekleştirilmesi durumunda bu eylemi gerçekleştiren fail 5846 sayılı Fikir ve Sanat Eserleri Kanunu'na aykırı hareket ettiğini ve bu iş bu kanunun getirmiş olduğu cezaları kabul eder.

A Bronx Tale (1993) - Bir Bronx Hikayesi


Bronx, New York'taki bir yerleşim merkezi. Beverly Hills'te yaşayanların adını bile bilmekten çekindikleri bir yerdir Bronx. Suç merkezidir. Mafya kol gezer.

















A Bronx Tale, Bronx'ta geçen bir hikayeyi anlatıyor adından da anlaşıldığı gibi. Ama bu hikayeyi bütün hikayelerden ayıran nokta filmin içindeki dostluk temasıdır.

Bir otobüs şoförü olarak çalışan Lorenzo Anello (Robert De Niro), oğlu Calogero 'C' Anello ve eşi ile yoksul bir hayat sürmektedir. Bronx'un göbeğinde yaşamaktadır ama hiç suça bulaşmamıştır. Oğlunu da bu suç dünyasından uzak tutmak istemektedir. Sonny (Chazz Palminteri), Lorenzo'nun evinin yakınında bir bar işletmektedir. Ancak bu sadece işin görünen yüzüdür. Çünkü Sonny aslında bir suç grubunun da patronudur. Adamları ile yasadışı işler yapmaktadır. Bir gün Sonny dükkanının önündeki bir kavgada sokak ortasında bir adamı öldürür. Olayın tek görgü tanığı vardır; Calogero. Çocuk, polisin yanında yapılan teşhiste katilin Sonny olduğunu söylemez. Sonny böylece kurtulur fakat çocuğun bu davranışı Sonny ile Calogero arasındaki dostluğun ilk adımıdır. Sonny önce 7 yaşındaki çocuğu kendi tarafına çekmeye çalışır ama Lorenzo buna izin vermez. Yine de Calogero babasını dinlemez ve 17 yaşına geldiğinde Sonny gibi mafyaya katılmak için uğraşır.














Calogero, okulunda Jane Williams'ı görür ve onunla arkadaşlık yapmak için uğraşır. Ancak bir sorun vardır. Calogero İtalyandır, Jane ise zencidir. Calogero'nun arkadaşları zenci bir gruba sataşır ve gruptaki çocukları döverler. Calogero olaya karışmaz ama Jane'in kardeşi tarafından suçlanır. Jane, Calogero'yu bir daha görmek istemez. Calogero'nun arkadaşları bir zenci marketi yakmak için arabayla zencilerin oturduğu bölgeye giderken yolda Calogero'yu da alırlar. Ama Sonny arabayı durdurur ve Calogero'yu arabadan indirir. Calogero'nun arkadaşları marketi yakmak isterken kaza yaparlar ve ölürler. Jane de o sırada gerçeği öğrenmiş ve Calogero'yu affetmiştir.
















Calogero, mutlu haberi vermek için dostu Sonny'nin barına koşar. Sonny'e doğru yürürken Sonny kafasından yakın mesafe atış yapılarak vurulur. Vuran kişi yıllar önce Sonny'nin dükkanı önünde öldürdüğü ve Calogero'nun gördüğü olaydaki adamın oğludur. Sonny için artık çok geçtir.

Film gerek konusu gerekse anlatımı bakımından bazı yerlerde uzatmalar yaşatsa da oldukça güzel bir konuya sahip. Bir çocuğun çevresinden nasıl etkilendiği, hayatını nelerin biçimlendirdiği, yanlış arkadaş seçimlerinin nelere sebep olabileceği, aşkın renginin olmadığı gibi basit konuları farklı bir dille inceliyor. Suç örgütlerinin içindeki yapılaşma da oldukça iyi anlatılmış. Abartıya gitmiyor, olanı gösteriyor. Duygu sömürüsü yapmadan söylenmesi gereken ve anlatılması gereken her şey verilmiş filmde. Başarılı bir senaryoya sahip diyebilirim. Filmin Goodfellas filmine benzediği söylense de bu filmle çok büyük farklılıklar içerdiği ortadadır. Film içinde özellikle Chazz Palminteri, oyunculuğu ile göz dolduruyor. Senaryosu da Chazz Palminteri'ye ait olan ve yönetmeninin Robert De Niro olduğu bu film gerçekten izlenmesi gereken klasikler arasında. Robert De Niro'nun ilk yönetmenlik denemesi olan bu filmdeki Calegero karakteri Chazz Palminteri'nin çocukluğudur ve Chazz Palminteri, çocukluğunda başından geçen bir olayı senaryolaştırmıştır.


Film bizde ne alaka ise!! Günaha Davet ismiyle gösterildi. :)


ÖNEMLİ NOT;
Bu inceleme yazısı 17 Ekim 2006 tarihinde, saat 01:09:29 AM'de www.divxplanet.com sinema ve altyazı sitesinin forum sayfasında yayınlanmıştır. Tüm hakları yazı sahibine aittir, yazarının izni olmaksızın hiçbir amaçla çoğaltılamaz, kopya edilemez, manyetik ortamlara aktarılamaz ve yayınlanamaz. Yukarıda yazılan fiillerin yazarının izni dışında gerçekleştirilmesi durumunda bu eylemi gerçekleştiren fail 5846 sayılı Fikir ve Sanat Eserleri Kanunu'na aykırı hareket ettiğini ve bu iş bu kanunun getirmiş olduğu cezaları kabul eder.

Va, vis et deviens (2005) - Bir Şans Daha


1984 yılı. Yer Sudan. Diğer Afrika ülkelerinden gelmiş olan binlerce insan bir kampta açlık yaşamaktadır. Açlık sadece büyükleri değil buna dayanıksız olan çocukları da derinden etkilemektedir. Ve İsrail ve Amerika... Gizli bir operasyon; Musa.. (İsim insanı dehşete düşürmeye yetiyor). Operasyonun amacı bellidir. Etiyopyalı olan Yahudileri kurtarmak. (Sadece Yahudileri...). Binlerce Etiyopyalı Yahudi, İsrail’e gönderilir bu operasyonla. İçlerinde bir çocuk vardır; Schlomo (Şlomo). Bu çocuk aslında Hristiyandır ama annesi onu kurtarmak için Yahudi oldukları yalanını uydurur. Annesi tarafından itilir kalabalığa itilir. 'Git, yaşa ve öyle de ol' der. İsrail devleti çocuğu Etiyopyalı bir Yahudi olarak görür ve Şlomo, Tel–Aviv’de yaşıyan Sefarad bir Fransız aile tarafından evlat edinilir. Fransız aile Şlomo'yu bağrına basar. Onu okutmaya karar verirler. Şlomo yıllar geçtikçe Fransız kimliği kazanır ama halen büyük bir sırrı da içinde taşımaktadır. Ona göre anlamsızdır bu yaşadığı. Böyle bir dünya olmamalıdır. Ama Şlomo bir zencidir, halen bir zencidir. Bu renk farkı Yahudi cemaati tarafından kabul edilmez. Şloma, dini değerleri öğrenir ama batılı değerleri de öğrenir tabii. Sadece bunları öğrenmez. Irkçılığın çirkin yüzünü ve savaşı da öğrenir. Aşık olurken bile içindeki gerçek bir sıkıntıdır onun için. Ya bir açık verirse, ya anlarlarsa her şeyi. Okur, doktor olur. Ama annesi halen içinde bir yaradır. Annesini bulmalıdır. Onu sevdiğini söylemelidir. Son sözü bu olsa da bunun için uğraşır. Ve halkına yardım etmelidir. Bu onun için artık bir görevdir.

Film etkileyici bir anlatıma sahip. Bağırıp çağırmıyor. Sessiz sakin konuşuyor ve insanın yüreğini kazırcasına anlatıyor söylemek istediklerini. Filmin yönetmeni Radu Mihaileanu. Romanya asıllı Fransız yönetmen Radu Mihaileanu’nun Train de vie / Hayat Treni’nden sonra çektiği uzun metrajlı bu ikinci sinema filmi yine kendine bir ses buluyor. Hayat Treni insanı derinden sarsan ironi dolu bir anlatıma sahiptir. Filmde, bir köyde yaşayan Yahudiler toplama kampına gitmemek için Alman asker ve komutanları kılığına girer. Bir kısım asker olacaktır geri kalan ise toplama kampı esiri. Ve yola çıkılır... Hayat Treni izlerken ironiyi iğne gibi batıran bir dile sahip. Bu film de kendi içinde bir dram taşıyor. Yönetmen aynı dili konuşuyor. Aynı düşünceye sahip.


İşte yönetmenin film ile ilgili yorumu;

“İnsanlar sık sık eski ve geçerliğini kaybetmiş kimlik kalıplarıyla yargılanıyorlar: Araplar, Yahudiler, Cezayirliler, Rumenler, Fransızlar ve Almanlar... Bu gibi kimlikler kısıtlayıcı ve yaklaşıktır. Yanlıştır. Kültürlerin nasıl birbirleriyle etkileşim içinde olduklarını, bireysel yolların ve kaderlerin nasıl kesiştiğini göstermezler. Bana kalırsa, büyüyen bu çocuk, yüzyılımızın çocuğudur. Tarihin sıçramalarıyla uzlaşmaktadır. Bu çocuğun yaşamını 1984 yılında kurtaran yalan, İkinci Dünya Savaşı’nda hiç kuşku yok ki ona ölümü getirirdi.” –Radu Mihaileanu


Yönetmen hakkında bilgi;

Radu Mihaileanu

1958’de Bükreş’te doğdu, 1983’de Paris film okulu IDHEC’den yönetmenlik ve kurgu diploması alarak mezun oldu. 1980’lerde, Bond filmi A View To Kill (John Glen) gibi filmlerde, ayrıca Marco Ferreri’nin ve Jean-Pierre Mocky’nin yapımlarında yardımcı-yönetmen olarak çalıştı. 1993’de kendi başına ilk uzun metraj kurmaca filmini çekti ve 1994’de televizyonda çalışmaya başladı. 1998’de Yahudi köyünde geçen İkinci Dünya Savaşı dramı Train De Vie ile uluslararası başarıyı yakaladı ve 2003’de kendi yapım şirketi Oï Oï Oï Productions’ı kurdu.


Film, 2005 Berlin İzleyici Ödülü; Kiliseler Birliği Ödülü'nü kazanmıştır.



ÖNEMLİ NOT;
Bu inceleme yazısı 06 Ekim 2005 tarihinde, saat 02:46:53 AM'de www.divxplanet.com sinema ve altyazı sitesinin forum sayfasında yayınlanmıştır. Tüm hakları yazı sahibine aittir, yazarının izni olmaksızın hiçbir amaçla çoğaltılamaz, kopya edilemez, manyetik ortamlara aktarılamaz ve yayınlanamaz. Yukarıda yazılan fiillerin yazarının izni dışında gerçekleştirilmesi durumunda bu eylemi gerçekleştiren fail 5846 sayılı Fikir ve Sanat Eserleri Kanunu'na aykırı hareket ettiğini ve bu iş bu kanunun getirmiş olduğu cezaları kabul eder.